KAMBUR

      İnsanlar ihtiyaçları oldukları kadar yanındadırlar... ''Neden takıldın ki bu kadar'', dedi. ''Senin kimseye ihtiyacın olmaz.'' Kimseye ihtiyacının olmaması ne kadar rüzgarlı bir yerdi, haberi yoktu.
      Bazı insanlar yaş almaz, yaşlanır. Yorgun, bitik ve küskün. Her şey bitmiş gibi gelen bir anda kaç yaşında olduğunun ne önemi olabilir ki? Derinin altına gizlenmiş bir utanca benzer bazen hatalar, neşterle kesip atmanın çok mümkün olmadığı. Tadı kaldığında damağında ne kadar da acı olduğunu hissetmenin keskinliği, yalnızca küpüne zarar değilken, bu kadar acı tat nereden geliyor ki? Ben yine de dedim ki ''hayat pek de çilekli pasta değil'' onun yaptığı gibiyse olabilirdi belki... ''biraz limon aromalı''... Herkesin alamayacağı bir tat. Beni ikna etmeye çalıştı belki de hayat dünya gibidir diye...
     Dünya emindi ben biliyordum, kendinden emindi çünkü sonunu bekliyordu.Sonu gelsin diyeydi tüm bunlar, bütün olan biten kötülüğün başka bir açıklaması olamazdı. Küçük bir oyun olamazdı asla, küçük bir kalbi kandırmanın, küçük bir yalanla... Böyle değildi: ''ben biliyordum'' diyecektim, sonu geldiğinde. Öte yandan sonu gelmesin diye dua ediyordum.
      Ölümcül yaralar hiç ummadık bir anda iyileşiyordu ancak bazen de ufacık bir kesik yıllarca orada kalıyordu, öylece. İnsan hayatındaki yaraları derinliğiyle ölçmek doğru bir kıstas değildi bu biraz yaranın türüne bağlıydı. Çok gerçek ve can sıkıcı.
      Gelişine karşılaşmaların birinde ''mutlu musun?'' dedi kız oğlana. Öylesine sormuyordu, ''mutsuz'' olmasını umuyordu. Çok düşünmeden cevap verdi, ''değilim''. İnanmıştı kız çünkü o asla kendini küçük göstermezdi. Mutsuzluk sonsuzdu, mutluluk arayışı gibi. Oğlan sormadı bile, cevabı duymak istemiyordu her iki cevapta canını yakacaktı zira. ''Umarım sen mutlusundur'' dedi ve yürüyüp gitti. Her uyduruk hikaye gibi bu da değersizce bitmişti.
      Alternatif sonlarla, olası yaşanmamışlıklar insanın en büyük küfü kalbinin, hiç çaresi olmayan migren ağrısı gibi başının. Yürümeye bile mecali olmazken ayaklarının, biri gelip uçmanı bekler. Olmayan kanatlarla gerçekleşmeyecek hayallere. Gökyüzünde alabildiğine özgür süzülmek bulutların üstünde, uykuya uyanmak gibi. Uçamazsın yine de üstüne kanatlarını vururlar ve olmadığını düşündüğün uzuvların öyle acır ki kuş olmadığına şükredersin.
      Bambaşka bir masal düşlersin en nihayetinde, tanıdık bir yüzle. Kaybetmenin ağırlığı altında ezilirken zihnin; durulmayan o sulardaki, dibi görmüş bir taş gibi. Taş kesmiş gibi kalbin. Hiçbir şeyi öylece kaybetmiyoruz, bu kesinlik kazanıyor yıllar içerisinde. Onunla yine gülmek, onun yine elini tutmak hatta onu yine görmek kadar basit. İşte bu bambaşka bir masal. Başkaları anlayamasa da başka şansların olmadığı bitişler var ve bunu anlatmak epey zor. Dile zor, kalbe zor, zihne zor. Her şeyiyle sıkıntılı dönemlerde, kalkamadan düşmek, tekrar tekrar düşmek. Dizlerin öyle sızlar ki işte o zaman anlarsın bu tek başına kalkman gereken bir oyunun sonu.
      Yaşamanın temelinde var dertler, tasasız iç çekişler sadece nefes almak. Birbirimize de bir şekilde bağlıyken; bir selamla, bir paylaşımla... Sadece nefes alamıyoruz, birinin yükünü paylaşırken, kendi çıkmaz sokağımıza davet ediyoruz birini. Birilerine iyilik yaparken birilerini bataklığa çekiyoruz. Birileri renklerimizden çalarken birilerini solduruyoruz. Üstelik bunların hiçbiri bilinçli değil. Fark ettiğimizde de çoktan karanlık çökmüş oluyor sabaha. Gün ağarsın diye yalvarırken, el ayaları ıslanıyor umutsuzluk suyuyla, birileri de buna göz yaşı derken birileri sadece ağlıyor.
       Kalbin sonsuz müziği ne kadar karamsar aslında, biraz oryantal ama daha çok hüzünlü. Dans ederken ümitlerimiz, bir köşeden sinsice izliyor vazgeçiş. İnanmak lazımken, vazgeçmek her zaman daha kolay geliyor. Mucizelere tahammül kalmamış hiç gerçekleşmediler diye ve kelime anlamının dışına çıkamamış hiç. Bu da en büyük ironidir aslında çünkü yaşamak başlı başına bir mucizeyken. Ana rahminde başlayan his, bir bedenle buluşunca; elini tutunca başka bir el, yoktan var olunca belki, tek yapmak gereken inanmak galiba.
       Tüm bu karanlığı bölecek ışığı yalnızca gökte değil; suda, ağaçta, sözde, arıda, arınmakta ve her ne varsa hepsinde aramak ve bulmak gerekirmiş başında. Anca böyle çıkılırmış işin işinden. Kaybolup giden hayatlar öylece gitmezlerdi belki böylece.
        Var olmak yine de başlı başına bir hezimet. Bir şekilde yüreğine inancı sığdırıp, yaprağın üzerine uğur böceği koyup ilerlemek gerek. Kaybettikçe anlaşılacak var olanlar. Tek başına ne kadar güçlü olursan ol, birinin sırtında kambur olacaksın. Sen onun, o benim. Peki şimdi sırtımda bu kadar yükün kamburuyla bende kimleri eğiyorum aşağı doğru?



     
   
 
   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu mutlu sonlu bir hikaye

Kelebekler ve Uçurtma

Batak