DÜŞLERİN KIYISINDA

                                                               

   Durdu ve düşündü o an. Her şeyden vazgeçtiğini sandığında içinden:
-  Kuş olup uçmak, balık olup suda nefes almak istiyorum. Dedi.
Sonra düşünmek bile istemedi zira sürekli kendi kendine konuşuyor ve sürmeli hayaller kuruyordu. Bunda da sıkıntı yoktu aslında. O sadece yorulmuştu. Her Türk kahvesi içtiğinde fincanı gerçekten bir dilek dileyip kapatmaktan belki de. Durmaksızın bir şeyler ummak yerine umursamaz olup o sonsuz ummanların kıyılarındaki darmadağın ormanlarda bir yılkı olmayı tercih etmeliydi galiba.
Yine de dedi ki içinden bu kez:
- O son sevdalın da titretmedi mi içinde artık var olmadığını düşündüğün kemanın tellerini? Duymadın mı o melodiyi? 
Müzik falan duymak istemiyordu. Söz edilemiyordu ki hakkında aşkın. O da yalan bir rüyaydı. Sanki aşık olmak için yaratılmıştı da kimsenin kalbine dokunmuyordu bakışları. Eski zamanlarda her şey ne kadar da güzelmiş oysa. Ne kadar gerçek.
- Yanlış zamanda doğmuşsundur belki, olamaz mı? Rönesans döneminde bir çiftçinin çocuğu olmalıydın belki kim bilir sanatçı ruhlu bir çocuk. Sürekli ahırda işten kaytarıp yazılar yazan ve babasından bu yüzden azar işiten. Zamanına damganı vururdun belki de… Diye konuştu bu kez iç sesi.
Bunları da düşünmek istemiyordu. Ne zaman böyle şeyler geçirse aklından, bir film sahnesi gibi beliriyordu hemen gözlerinde kurduğu hayaller. İstemiyordu çünkü maviye sarı bir çalındı mı kimse durduramıyordu yeşili. Hele o kırmızı, sarıya değmeye görsün. Onun gerçekleri çok fazla griydi. İşi olmazdı bundan gayrı morla, alla. Aslında eskiden sırf hayal kurmak için zaman yaratırdı. Elinde tahtadan bir oyuncak, bir köşede doyasıya düşlerdi. Olacak olanı, olma ihtimali olanı ve hatta imkansızı. 
Gerçekleşmedikçe anlamını yitiriyordu hayaller. Her seferinde daha güçlü hayata tutundururken hemen akabinde daha çok incitiyordu kırıkları. Hayal kırıkları…
- Her dilediğin olursa ne anlamı var ki yaşamanın? Biraz sıkıcı değil midir sürekli mutlu olmak? Diye geçirdi içinden.
Kimsenin kazanamayacağı bir mücadele gibiydi bu. Kendiyle verdiği savaş. Yaşanmışlıkları bir fil gibi çökmüşken üzerine ezildiğini hissediyordu haliyle. Hayatta hiç hak etmediğini düşündüğü şeyleri tecrübe etmiş ve daha yolu yarılamadan vazgeçmişti. Kalbinden gelen sesin ne dediğinin bir önemi yoktu artık. Onu kapatmak istedi, sonsuza değin susturmak…
Öyle güzeldi ki gökyüzü. Çimen kokuyordu etraf ve hüzün kaplıydı gözleri. İnanmaya hali kalmamıştı. Fısıltılar geliyordu hala içinden ancak duymak istemiyordu. Hiç susmuyordu umutlar. Duraydı ya zaman o hatırlamadığı tarihte. Sahi ne de mutluydu o gün. O gece… Her kimse artık, çok özlemişti. Anmak istemedi adını. Bitti, kolay olmadı ama yine de bitti. Göğsünde bir neşter, önünde deniz ve mavi.

                                 ***
- Durmak zorundasın. Görmen gereken onca yer, tatman gereken onca tat, sevmen gereken onca insan varken gidemezsin şimdi.
+ İstemiyorum. Bitti.
- Neye göre bitti? Kime göre? Düşünsene aslında masallar bile gerçekten bitmez.
+ Şimdi masallardan bahsetmenin ne yeri ne zamanı.
- Masallara inanmaktan asla vazgeçemezsin sen, kandırma kendini!
+ Peki ya ölüm? Bundan hayli son mu olur insanın ahir ömründe?
- Ölüm… Bu dünyada en bilinmeyen şey değil mi? Bir başlangıç da olabilir bin bir türlü şey de. Buna mı güveneceksin? 
+ Sus, ne olur sus…


Ne kadardır oturuyordu öylece dizlerinin üstünde, avucunda toprak, bilemedi. Susmasını istediği sesin, kendisi olduğunun farkındaydı ve hiç susmaya niyeti yoktu. Aksine her zamankinden daha gürdü bu kez. Kulaklarında başlıyordu çığlık çığlığa ve sonra bütün hücrelerinde yankılanıyordu. Bir kez daha başaramamıştı inanmamayı. 
- Belli ki kendini kandırıyorsun işte. Onun için yaratıldın, bunun için yaratıldın. Besbelli inanmak için yaratılmışsın. İçindeki o küflü, gri, rutubetli duvarları yıkman gerek. Esas vazgeçmen gereken kendin, yaşam ve düşler değil. Vazgeçmen gereken şey bir türlü hazmedemediğin ruhani hezeyanların. Geçmişten vazgeçmeli ve geleceğe o şekilde bırakmalısın kendini. Hem sen demez miydin hep gelecek ılık bir esintidir diye? Deyip sustu bu kez gönlü. 
Kim haklıydı bilemedi ama biri haklıydı. Ya kendi ya da benliği…
Yeşilde kalıyordu aklı sürekli. Burnunda kokusu gözlerinde rengi. Sever miydi acaba annesinin gözleri başka bir renk olsaydı bile? Severdi galiba. İçinden söküp atamadığı el emeği bir dantel gibiydi efkarı, her nefeste iyice şişiyor ve inmek bilmiyordu. Bir sonuca bağlanmak zorunda değildi her başlangıç. Yaşanılan ne varsa yaşandığıyla da kalabilir ve alternatif sonlarıyla insanın zihninde yerini alabilirdi. Hangisi mutlu edecekse artık. Kesin olmanın bir anlamı yoktu, bazen tek ihtiyacı olan biraz belirsizlikti insanın.  Neyden vazgeçeceğini bulmuştu. Vazgeçmekten vazgeçecekti. Mutlu olmak ya da olmamak, hayat bu ikisinden var olamayacak kadar fazla hissiyat barındırıyordu. Son diye bir şey yoktu, masalları sevmesinin de nedeni buydu, onlar hiç bitmezler ki. 
Genelde en iyi yaptığı işi yapmaya karar verdi, hayal kurmak. Kendini bir kez daha bıraktı düşlerin kıyısına. Bir kez daha duydu içindeki sesi.

- Sen hem uçuyor hem de suda nefes alıyorsun. Renkler senin için; yeşiliyle, sarısıyla, alıyla, moruyla. Yaşam senin için; dağıyla, okyanusuyla, inancıyla. Sevmek senin için; ailesiyle, dostuyla, sevdalısıyla. Bazen güneşe kanat çırpan bir martıyken bazen de kendi derinliğinde boğulan bir yunussun…
Gülümsedi; huzuruyla, hüsranıyla, mutluluğuyla, kayıplarıyla, umutlarıyla…


                                               


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu mutlu sonlu bir hikaye

Kelebekler ve Uçurtma

Batak