İki Salıncak Bir Kaydırak

     Öyle bir fırtına koptu ki kim var kim yok dayanamadı. Bu sadece benim felaketimdi oysa ki ama benden başka kim varsa toprağın altına hapsoldu. Ölmediler... Ölür gibi yaptılar sadece. Nefeslerini bu kadar iyi tuttuklarını bilmezdim. Hep iki salıncaklı bir park hayal etmişim. Yanımda herhangi biri, sırayla kaydığımız kaydıraktan. İki salıncak ve bir kaydırak. Öte yandan benim bütün çocuk parklarım yıkılmış, ne kaydırak kalmış ne salıncak. Sonra içimde inceden ağır bir sitem. Ne yaşadıysam artık. Görünenime aldananlar ve gerçeğimi hiç merak etmeyenler. Bilenlerse kendi doğrularıyla takasa girerler hep. Bu noktada herkes haklı işte kendince, içimdeki insanlık algısını tutamıyorum daha fazla nefesimle:
     Tahammüller bitik, kimse beş saat sonrasını düşünerek vermiyor kararını ve birini sanki hiç var olmamış gibi bu hayatta silmek çok kolay. Kiminin yarası derin ama kiminin umrunda değil. Anlamaya çalışmayı geçtim, dinlemiyor bile kimse kimseyi. Dünyanın yeni düzeni aslında bu, yalnızlaşma evrimi. Kalabalık, sıcak bir ortamda açtığın gözlerini, karanlık tek kişilik yataklarda kapatıyorsun. Çift kişilikse de döne döne uyuyorsun. Yataklar hep soğuk ve hiç sarılmıyor. Kimse sormuyor yanındakine sana sarılabilir miyim diye ve hiç kimse öpmüyor içinden geldiği için birini. Birlikte izlenen filmler samimiyetsiz, ortak paydalar görülmüyor bile artık istatistik tablolarında. Bir insanın, herhangi bir insan evladının gerçekten sinirlendiğinde nazını çekecek yine bir allahın kulu yok. Gemiler boş, elektronik taşıyorlar konteynerler ile. Denizin pisliği akmış gibi içimize, kimse ödün vermiyor kendinden. Deniz gibi sakin ve sabit olmak varken hep birilerini boğuyoruz yüksek dalgalarımızla. Rakımlarımız hep dört rakamlı, ulaşamıyoruz birbirimize. Birini tanıma isteği aksettiğinde içimizde daha o insanın eteklerine varmadan geri dönüyoruz. Hiç düşünmüyoruz bir insanın dağ olabileceğini, dağ gibi iyi gelebileceğini. Eleştiriler sonsuz, iyiliği bulalım derken bile içimizdeki kötülüğü görmüyoruz. Hepimiz kendimizce kusursuz, kusurlarını kabul edenler ise onlarla olmayı seçiyorlar, yine yalnız. Hiç kimseyi sevemiyoruz kusurlarıyla. Kafamızdaki o resme uymak zorunda karşımızdaki ve ilk aşklar öleli asırlar oluyor. Bir dönem düşünün ki böyle somut ve bu denli göreceli. İyilik ve güzellik nasıl oluyor da göreceli olabiliyor? Sevmek birini nasıl böyle zor? Sevilmeye girmiyorum bile. Biri tarafından sevilmek en büyük kargaşa artık, asla emin değiliz sevildiğimizden. Bununda nedeni asla sevmediğimizden birini gerçekten. Yok olunca da anlaşılmıyor değerleri, anlık vicdan kabarmaları ve belki haftalık vicdan azabı yine. Hayat beklemiyor kimseyi, gün devam etmek zorunda. Geride bıraktığımızı anımsayıp gözümüzde yaş belirince, hemen düşünmemeye çalışıyoruz. Hep çalışıyoruz, bir şeyler hep yarım düşünmekten.

     Öyle işte dertli başım, eksik aşım. Soframda hep birine yer var, masada hep fazladan bir tabak. Sonra sadece birini yıkıyorum ılık suyla. Toplasam yarımlarımı sayfalarca ama yine topladığımda bir bütün etmiyor. Bir ekmeği bölemiyorum ikiye ve bir soğanı kırmıyor kimse. İçimden geldiği gibi duruyorum bazen bir çift mavi gözün içinde. Göremiyorum kendimi sonra o kalabalığın içinde, orada yerim yok! Sahi gözleri mavi miydi? Yeşil gibi biraz. Her neyse bir çift göz işte. 
     O büyük ses sanatçılarının, akıl almaz yazarların ve kim varsa yaşamın hakkını veren insana ulaşmayı başarabilen... Onların dediği gibi vakti gelince her şey bitiyor. Bazen sonuna kadar geliyorsun ve orada vedalaşıyorsun. Bazen daha ilk günden çıkıveriyor ağzından tüm zehrin. Kendimizi öldürecek silahı hep yanımızda taşıyoruz. Sonuç olarak bitiyor. Büyüdüğünde geçiyor aslında ve büyüyorsun. Yazınca da geçiyor ama(!) Ohh be yazdım, rahatladım, geçti!



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu mutlu sonlu bir hikaye

Batak

Kelebekler ve Uçurtma